DOĞU AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ KAMPÜS HAYATI
Atatürk İlke ve İnkılapları Kktccell
DOĞU AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ KAMPÜS HAYATI
Atatürk İlke ve İnkılapları Kktccell
DOĞU AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ KAMPÜS HAYATI
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

DOĞU AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ KAMPÜS HAYATI

DOĞU AKDENİZ ÜNİVERSİTESİNİN SANAL KAMPÜSÜ
 
AnasayfaGaleriAramaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 ****** İlke ve İnkılapları

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Admin
YÖNETİCİ
YÖNETİCİ
Admin


Cinsiyet Erkek
Mesaj Sayısı : 543
Başarı sistemi : 23
Kayıt tarihi : 12/04/09
Yaş : 38
Nerden : magosa
Ruh Hali : 13
Takım : Galatasaray

Cüzdan
Altın Altın: 10

Atatürk İlke ve İnkılapları Empty
MesajKonu: ****** İlke ve İnkılapları   Atatürk İlke ve İnkılapları I_icon_minitimePerş. Ara. 10, 2009 1:40 pm

ATATÜRK İLKELERİ

CUMHURİYETÇİLİK

Cumhuriyet bir devlet biçimidir. Cumhuriyette esas olan ilk öğe, devlet
başkanının belli bir süre için seçilerek iş başına gelmesidir. Bu
bakımdan cumhuriyet, başta bir hükümdarın bulunduğu devlet
biçimlerinden (monarşilerden) ayrılır. Monarşilerde devletin başı,
belli bir aile içinden çıkar, normal koşullar altında, ölünceye kadar
iş başında kalır. Yerine gene aynı aileden bir başkası gelir. Her
monarşide, aile içinden kimin hükümdar olacağı belli bazı kurallara
göre saptanır. Cumhuriyette devlet başkanı belli bir süre içinde
seçimle iş başına gelince, ileri gelen diğer kişilerin de seçimle
belirlenmesi gerekir. Bunlar genellikle o toplumda yasa koyacak
kimselerdir.

Gerek devlet başkanının, gerek yasa koyma yetkisine sahip olanların
seçimle iş başına gelmesi şartının kabulü ile cumhuriyet tam anlamıyla
belirmiş sayılmaz. Şimdi sorun seçim üzerinde düğümlenecektir. Seçime
kimler katılacaktır? Belli bir grup vatandaşa seçme ve seçilme hakkı
verilirse belki dış görünüşü bakımından bir cumhuriyetle karşılaşılır.
Böyle cumhuriyetler ilkçağ Yunan kent devletlerinde, bazı ortaçağ
İtalyan ve Alman bölgelerinde (Venedik, Ceneviz cumhuriyetleri, Hansa
kentleri gibi) görülmüştür. Bu tür eski cumhuriyetlerde seçime katılma
hakkı sadece belli bir grup vatandaşa verilmişti. Onlar, yaptıkları
seçimle iş başına gelen kadroya dayanarak tüm toplumu yönetiyorlardı.
Bugünkü anlayışımıza göre bu tür cumhuriyetler amaca uygun birer rejim
değillerdir. Onlara aristokratik veya oligarşik cumhuriyetler denilir.
Demek ki, cumhuriyet biçiminin amaca uygun olarak gerçekleşmesi için,
belli bir olgunluk yaşına gelmiş her vatandaşın seçime katılması
gerektir. Bu anlamıyla cumhuriyetler Amerika Birleşik Devletleri'nin
kurulması ile doğmaya ve ancak büyük Fransız inkılâbından sonra
yayılmaya başlamıştır. Gerçi ünlü düşünürler cumhuriyeti çok önceden
kafalarında kurmuş ve tanımlamışlardır. Ancak uygulama XIX. yüzyılın
sonuna doğru ortaya çıkmıştır. Seçme ve seçilme hakkının tüm
vatandaşlara tanınması ve uygulamaya geçilmesiyle gerçek cumhuriyet
kurulmuş ve işlemeye başlamıştır. Ancak bu devlet biçimini daha iyi ve
köklü olarak yaşatmak, seçimin demokrasi şartlan içinde yapılması ile
mümkündür. Yukarıda demokrasinin tanımı görülmüştü, işte gerçek
cumhuriyet demokratik hayatla gerçekleşir.

Osmanlı Devleti, bir cumhuriyet değildi. Padişahlar Osmanlı Ailesi
içinden çıkarlardı. Devleti ve milleti yönetme yetkisi kesinlikle
padişahındı. Gerçi meşrutiyet döneminde halkın oyu ile seçilmiş
meclisler vardı. Ancak bu meclisler padişahın üstünde değildi, tersine,
padişah bunların, yani millet isteğinin üzerinde idi. Son karar, son
söz kesinlikle padişahındı.
Bu yönetim biçiminin sakıncalarını yaşanılan türlü olaylar
göstermiştir. ******, cumhuriyet ilânı ile devlet içinde karar verecek
en yetkili ve son makam olarak milletin tanındığını belirtmiştir.

******, bir cumhuriyet âşığı idi. Daha kimse bu kelimeyi ağzına
alamazken, genç Mustafa Kemal, padişahlık rejimine karşı çekinmeden
saltanatın kaldırılıp cumhuriyetin kurulması gereğini söyleyebiliyordu.
Hele millî mücadeleye başlarken bunu açıkça belirtmişti. Erzurum
Kongresi'nin açılacağı günlerde yakın arkadaşlarına cumhuriyetin
kurulacağını anlatıyordu. Nihayet bilinen aşamalardan sonra cumhuriyet
rejimine kavuştuk. Kişisel saltanata son verildi.

******, cumhuriyeti demokrasi içinde İşleyen en ideal bir rejim olarak
görmektedir. O şöyle söylüyor: "Demokrasinin bütün anlamıyla ideali,
milletin tamamının aynı zamanda yöneten durumda bulunabilmesi, hiç
olmazsa devletin son iradesini yalnız milletin ifade etmesini ve
belirtmesini ister. Ne yazık ki, milletlerin nüfus çokluğu, düşünce
eğitimi düzeyleri, idealin uygulanmasında, idealden büsbütün yoksunluğa
yol açacak ihtiyatsızlıklardan kaçınmayı gerektirmektedir. Şu duruma
göre demokrasi ilkesinin en modern ve mantıksal uygulamasını sağlayan
hükümet biçimi, cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, milletçe seçilmiş
meclisindir. Millet adına kanunları o yapar. Hükümete güven oyu verir,
ya da vermez, onu düşürür. Millet vekillerinden hoşnut kalmazsa
başkalarını seçer. Cumhuriyette meclis, cumhurbaşkanı ve hükümet
bilirler ki, kendilerini iktidar ve yetki yerine belli bir zaman için
getiren, irade ve egemenliğin sahibi olan millettir. Gücünün ve
yetkisinin Tanrıdan geldiğini ve yalnız ona karşı ahirette hesap
verebileceğini varsayan ve devleti, ülkeyi kendine mirasla kalmış bir
malikane kabul eden bir hükümdar, kendini her türlü sınırlamadan uzak
görür. Böyle bir yönetimde milletin benliği, özgürlüğü söz konusu dahi
olamaz. Şu duruma göre, yetkileri sınırlı dahi olsa, hükümdarlık biçimi
demokrasiye, millî egemenlik ilkesine uygun değildir".

Pek iyi anlaşılıyor ki, ******, halkın kendini doğrudan doğruya
yönetmesi demek olan demokrasiyi en ideal devlet biçimi kabul
etmektedir. Ancak bütün bilginlerin de söyledikleri gibi, halk kendini
doğrudan doğruya yönetemez, çünkü bugün milyonlarca kişinin bir araya
gelerek her zaman devlet işlerini yürütmeleri mümkün değildir. Öyle ise
demokrasiyi gerçekleştirmek ancak cumhuriyetle mümkündür. Cumhuriyette
millet, yöneticileri belirli bir zaman için seçer, belli bir süre
geçince, hoşnut kalmamışsa, onları görevden uzaklaştırır, işte
cumhuriyet demokrasisi budur. Bu rejimin kişisel saltanattan çok daha
iyi olduğu kuşkusuzdur.
******, belli kişilerin seçimle iş başına gelip, bir daha iktidardan
ayrılmaması demek olan Faşizm ile, milletin tümüne değil de, sadece
birkaç tabakaya dayanarak millet egemenliğini reddeden Bolşevizm'e
karşı çok açık bir cephe almıştır. Her iki rejimin geliştiği bir
dönemde millet egemenliğine dayalı cumhuriyete sıkı sıkıya bağlı
kalması, yalnız bizim için değil, tüm insanlık için bir kıvanç
kaynağıdır.

******'e göre, "Türk Milletinin tabiatına ve geleneklerine en uygun
olan yönetim, cumhuriyet yönetimidir". ******, demokrasinin Osmanlı
Saltanatı içinde yeşeremediğini açıkça görmüştür. Demokrasi ancak
cumhuriyetle kökleşip gelişebilirdi. Bunun içindir ki, Türk inkılâbının
baş ilkeleri arasında cumhuriyetçilik sayılmıştır. Milletin kendi
yönetimi olan cumhuriyete içten bağlılık, yücelme yolunu aşmanın baş
şartıdır.


--------------------------------------------------------------------------------

******'ün Cumhuriyetçilik ile İlgili Bazı Sözleri

Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir. (1924)

Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir. (1933)

Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. (1925)

Bugünkü hükümetimizin, devlet teşkilatımızın doğrudan doğruya milletin
kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilatıdır
ki onun adı Cumhuriyettir. Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki
ayrılık kalmamıştır. Hükümet millet ve millet hükümettir. (1925)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://dauforum.yetkin-forum.com
Admin
YÖNETİCİ
YÖNETİCİ
Admin


Cinsiyet Erkek
Mesaj Sayısı : 543
Başarı sistemi : 23
Kayıt tarihi : 12/04/09
Yaş : 38
Nerden : magosa
Ruh Hali : 13
Takım : Galatasaray

Cüzdan
Altın Altın: 10

Atatürk İlke ve İnkılapları Empty
MesajKonu: Geri: ****** İlke ve İnkılapları   Atatürk İlke ve İnkılapları I_icon_minitimePerş. Ara. 10, 2009 1:41 pm

MİLLİYETÇİLİK

Ait olduğu milletin varlığını sürdürmesi ve yüceltmesi için diğer
bireylerle birlikte çalışmaya, bu çalışmayı ve bilinci, diğer kuşaklara
da yansıtmaya "milliyetçilik" denilir. Şu tanıma göre milliyetçiliğin
en önemli öğesi "millet" olmaktır. Öyle ise millet nedir?
Bir insan topluluğuna millet diyebilmek için bazı niteliklerin o
toplumda olup olmadığı saptanmalıdır. Bazı anlayış biçimlerine göre,
bir topluluğun millet sayılabilmesi için ırk birliği yetişir. Bu eksik
bir görüştür. Aynı ırktan olmadıkları halde bugün milletlikleri
tartışılmaz topluluklar vardır, İsviçreliler ve Amerikalılar gibi,
bazılarına göre ise millet olmanın baş şartı aynı dili konuşabilmektir.
Bu da her zaman doğru sayılamayacak bir görüştür. İsviçre'de üç ayrı
dil konuşulur ama bütün İsviçreliler bir millettirler. Buna karşılık
aynı dili konuşan pek çok Arap milleti vardır. Iraklılar ile Faslılar
aynı dili konuştukları halde aralarında büyük farklar bulunur, ikisi de
ayrı birer millet sayılabilirler.

Kimileri de millet olmanın baş şartı olarak din birliğini kabul
ederler. Kuşkusuzdur ki, artık bu da savunulamaz bir görüştür. Bugün
dünyanın en büyük milletlerinden sayılan Japonların içinde çok çeşitli
dinler vardır. Gene ayrı birer din gibi kabul edilebilecek Katoliklik
ile Protestanlık Almanya'da, Amerika'da yan yana yaşamaktadır. Ama aynı
dinden oldukları halde Müslümanlar hiçbir zaman tek millet
sayılamamışlardır.

Öyle ise sayılan bütün bu şartlar bir insan topluluğunun millet
olmasına yetmemektedir. Aynı toprak parçası üstünde yaşayan insanların
millet olması için ilk şart, ortak bir geçmişe, kader birliğine, ortak
bir gelecek hedefine sahip olmaktır. Bu, en tutarlı ve geçerli
görüştür. Milliyet bağı böylece maddi olmaktan çok manevi bir
ilişkidir. Bu görüşü benimseyen ******, milleti şöyle tanımlamaktadır:
Bir insan topluluğunun millet sayılabilmesi için "zengin bir hatıra
mirasına, birlikte yaşamak hususunda ortak istekte samimi olmaya, sahip
olunan mirasın korunmasını birlikte sürdürebilmek konusunda iradelerin
ortak bulunmasına, gelecekte gerçekleştirilecek programın aynı
olmasına, birlikte sevinmiş, birlikte aynı ümitleri beslemiş olmaya"
ihtiyaç vardır, işte bu ana şartları taşıyan bir insan topluluğu millet
sayılır. Gene ******'e göre, bu şartların doğal sonucu, ortak milli
bir düşünce, ideal ve en önemlisi ortak dilin ortaya çıkmasıdır. Gerçi
dil birliği millet olmanın baş şartı değildir ama insanları düşünce,
ruh ve kültür açısından birbirine bağlayan ana dilin, pek çok millette
tek olduğunu da unutmamak gerekir.

Görülüyor ki, ******, Türk milletini ırk veya din esası üzerine
oturtmamıştır. Zaten akılcı bir yaklaşımla buna imkân da yoktur,
özellikle Anadolu'daki Türk toplulukları başka ırklarla, yüzlerce
yıldan beri kaynaşmış durumdadırlar. Anadolu'nun uygarlıkları birbirine
bağlayan bir bağ olması bu sonucu doğurmuştur.

******'ün millet anlayışı akılcı ve insancıldır. ******'e göre bir
milleti başka milletlerden ayıran nitelikler vardır. Her millet kendi
yetenekleri, kültürü ve imkânları çerçevesinde kendini diğerlerine
kabul ettirmek ve mutlu yaşamak zorundadır, işte bir milletin
bireylerinin bu biçimdeki davranışları milliyetçiliktir. Türk
milliyetçiliğinin amacı, Türk'ün her alanda yükselmesi, yücelmesidir.

******'e göre, "asıl olan millettir, ilham ve güç kaynağı milletin
kendisidir. Bir millet için mutluluk olan bir şey, diğer bir millet
için felâket olabilir. Aynı sebepler ve şartlar birini mutlu ettiği
halde, diğerlerini mutsuz kılabilir", öyle ise, her millet akıl ve
bilim yolu ile yalnız kendi değerlerini ve çıkarlarını bulmalıdır.
"Türk milliyetçisi, gelişme ve ilerleme yolunda ve uluslararası
ilişkilerde bütün çağdaş milletlere paralel olarak, onlarla bir uyum
içinde yürüyecektir. Ama bunu yaparken Türk milletinin özelliklerini,
bağımsız kişiliğini koruyacaktır. Türk Milliyetçisi diğer milletlerin
hakkına, bağımsızlığına saygı gösterecektir. Ancak böylelikle diğer
milletlerden de saygı görecektir. Kimsenin yurdunda gözümüz yoktur.
Çünkü her milletin yurdu kutsaldır. Türk, büyük gücünü ancak haklarına
saldırı olduğu zaman kullanacaktır".

******, bütün milletlere saygı duyar, ama onların hepsinin üstünde
Türk'ü görür. Ona göre, "Dünya yüzünde Türk'ten daha büyük, ondan daha
eski, ondan daha temiz bir millet yoktur ve bütün insanlar tarihinde
görülmemiştir". ******, tarih alanındaki olağanüstü çalışmalarıyla
Türk'ün geçmişini aydınlatarak bu görüşe erişmiştir. Böylesine üstün
bir milletin yurdu da kutsaldır. Vatan sevgisi, milliyetçiliğin önde
gelen öğelerindendir; "Vatanımız, Türk milletinin eski ve yüksek tarihi
ve topraklarının derinliklerinde varlıklarını sürdüren eserleri ile
bugünkü yurttur. Vatan hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez
ve bütündür".

Mademki vatan kutsaldır ve bir bütündür, öyle ise "memleketi doğu ve
batı diye ikiye ayırmak doğru değildir". Çünkü yurdumuz kutsaldır.
"Yurt toprağı, sana her şey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz
senin için fedaiyiz. Fakat sen, Türk milletini ebedi hayatta yaşatmak
için feyizli kalacaksın".

******'ün Türk milliyetçiliği üzerinde bu kadar çok durmasının derin
sebepleri vardır. Bu sebepler de gene tarihten kaynaklanmaktadır.
Türklerin dünya tarihine ve uygarlıklara yaptığı üstün hizmetler
bilinmektedir. Ama ne yazık ki, Türklerin kurduğu en büyük, en görkemli
devletlerden Osmanlı İmparatorluğu'nun yapısı, tam bir milliyetçilik anlayışının doğmasına imkân vermemiştir.

Osmanlı İmparatorluğu'nda her bakımdan birbirinden farklı çok çeşitli
uluslar yaşardı. Bunu biliyoruz. XVIII. yüzyıl sonlarına kadar dünyada
milliyet ilkesi pek bilinmiyordu. Gerçi devletler kuran milletler,
kendi yaşama biçimlerini, kültürlerini, anlayışlarını geliştiriyor,
dillerini kullanıyorlardı, bağımsızlıklarını koruyorlardı. Ancak
bunları belli bir millete bağlı olma bilinci içinde değil, belki
toplumsal bîr zorunluluk olarak yapıyorlardı. Millete benlik veren
milliyetçilik değil, din idi. Her millet mensup olduğu dinin
buyruklarına ve kalıplarına uyarak yaşıyordu.

XVII. yüzyıldan itibaren Batı'da iyice güçlenen akılcılık, aynı zamanda
milliyetçiliği doğurmuştur. Batıda, çeşitli milletlere mensup olan
düşünürler, her milletin diğerinden farklı olduğunu görmüşler,
insanları dinin değil, milliyetin ilk planda birbirine bağlamasının
akla uygun olduğunu anlamışlardır. Böylece milliyetçilik Batı'da
gelişerek siyasal hayata girdi. XVIII. yüzyıl sonunda çıkan Fransız
İhtilâl ve onu izleyen büyük inkılâpla, milli devlet ve dolayısiyle
milliyetçilik hızla bütün dünyaya yayılmaya başladı.

Özellikle çok uluslu devletler için milliyetçilik akımı bir felâketti.
Milliyetçilik akımının çok uluslu bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu
için önem taşımış, imparatorluk sınırlan içinde yaşayan ve Türk olmayan
çeşitli uluslar bağımsızlık isteği ile ayaklandılar. Osmanlı devlet
adamları buna karşı bir çare aradılar: Din ayrımını kaldırarak ülkede
yaşayan herkesi "Osmanlı" ilân ettiler. Ama bu kesin bir çözüm yolu
değildi. Milliyetçilik bir büyük akımdı ve bu hareketi böyle bir
davranışla önlemek mümkün değildi. Nitekim ülkede yaşayan uluslar birer
ikişer ayaklanarak Osmanlı yönetiminden kopuyor, kendi milli
devletlerini kurarak bağımsızlıklarını ilân ediyorlardı.
Bu durum karşısında bazı Türk düşünürleri milliyetçilik akımının
önlenemeyeceğini anlamaya başladılar. Şimdi yapılması gerekli olan,
elde kalan ve üzerlerinde Türklerin yaşadığı vatan topraklarım, yeni
milli devletlerin sataşmalarından kurtarmaktı. Hiç değilse bundan sonra
Türk, vatanına sahip çıkmalıydı. Böylece, imparatorluk sınırlan içinde
yaşayan çeşitli milletler arasında en son, Türklerin milliyetçilik
anlayışı doğmuştur. Bu da XX. yüzyıl başlarına denk düşmektedir.

Türk milliyetçiliği doğarken, yalnız Türklerin değil, bütün
Müslümanların tek millet olması gereğini ileri sürenler de çıktı. Ama
Müslüman Osmanlı vatandaşı olan Arapların Birinci Dünya Savaşında,
Hıristiyan düşmanlarımızla iş birliği yaparak bizi arkadan vurmaları,
milletin dine dayandırılamayacağını çok açık ve acı biçimde
göstermiştir.

******, yeni Türk Devleti'ni kurduğu vakit durum bu idi. Bütün millete
Türklüğünü anlatmak, göstermek, bu çok önemli konu üzerinde durmak
gerekiyordu. Artık çok uluslu Osmanlı Devleti tarihe karışmıştı.
Anadolu'da ve Doğu Trakya'da yalnız Türkler yaşıyordu. ******, Lozan
Konferansında Türkiye'de yaşayan Rumları Yunanistan'a yollamayı
başarmıştı. Engin ve büyük bir tarihe sahip olan Türkler, artık
Türkiye'de en yüksek oranda çoğunlukta idiler. Milli devlet
kurulabilirdi. Bu bölümün başında belirtildiği gibi, her millet kendi
yücelmesini, kendi yetenekleriyle sağlar. Bunun için de katıksız bir
milliyetçilik gereklidir.

******, yaşadığı sürece hep Türk milliyetçiliğini geliştirmeye
çalışmıştır. "Ne Mutlu Türküm diyene" sözü, milletimiz yaşadıkça anlamı
yücelecek çok üstün bir görüşün simgesidir.


--------------------------------------------------------------------------------

******'ün Milliyetçilik ile İlgili Bazı Sözleri

Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkına, Türk milleti denir. (1930)

Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trakyalı her bir soyun evlatları ve aynı cevherin damarlarıdır. (1923)

Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz.
Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne
kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de, o
kadar kuvvetli olur. (1923)

Biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği yapan bütün milletlere
saygı duyarız. Onların milliyetlerinin bütün gereklerini tanırız. Bizim
milliyetperverliğimiz her halde bencil ve gururlu bir milliyetperverlik
değildir. (1920)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://dauforum.yetkin-forum.com
Admin
YÖNETİCİ
YÖNETİCİ
Admin


Cinsiyet Erkek
Mesaj Sayısı : 543
Başarı sistemi : 23
Kayıt tarihi : 12/04/09
Yaş : 38
Nerden : magosa
Ruh Hali : 13
Takım : Galatasaray

Cüzdan
Altın Altın: 10

Atatürk İlke ve İnkılapları Empty
MesajKonu: Geri: ****** İlke ve İnkılapları   Atatürk İlke ve İnkılapları I_icon_minitimePerş. Ara. 10, 2009 1:42 pm

HALKÇILIK

Bir milleti oluşturan, çeşitli mesleklerin ve toplumsal grupların
içinde bulunan insanlara halk denir. Bu akımdan halkçılık ilkesi hem
cumhuriyetçilik hem de milliyetçilik ilkelerinin zorunlu bir sonucudur.

******'e göre millet ile halk aslında tek anlama gelmektedir.
Halkçılık ise millet içindeki çeşitli insan gruplarının çıkarına ve
yararına bir siyaset izlenmesi, halkın kendi kendini yönetmeye
alıştırılmasıdır.

Halkçılık, cumhuriyetçiliğin doğal bir sonucudur denildi ki, bu çok
doğrudur. Cumhuriyet, halkın kendi yöneticilerini kendi içinden seçmesi
anlamına gelmektedir. Böylece cumhuriyet rejimi, bir halk rejimi
olmaktadır.
Aynı biçimde, halkçılık, milliyetçiliğin de bir sonucudur. Millet
halktan oluştuğuna göre, milliyetçilik, Türk halkının mutluluğu için
çalışmak, ortak geçmişe ve geleceğe halkla birlikte bağlanmak demektir.

******, daha TBMM açılır açılmaz, yeni kurulan devletin bir halk
devleti olduğunu belirten pek çok konuşmalar yapmıştır. Artık halk, bir
kişi tarafından yönetilmemekte, kendi kendini yönetmektedir.

Halkçılık ilkesinin uygulanması ayrıca, toplumda hiç kimsenin
diğerinden üstün olmamasının, kanun önünde kesin eşitliğin kabulü
anlamına da gelmektedir. Gerçek halkçılıkta hiçbir toplumsal gruba,
zümreye ayrıcalık tanınmaz. Halk her bakımdan birbirine eşit
kimselerden oluşur.
Bugün bazı rejimler halkı yalnız belli bir grup insandan ibaret
saymaktadırlar. Bu rejimlerin adı olan halk cumhuriyeti yanıltıcıdır.
Çünkü sadece belli bir grup halkın devleti anlamına gelmektedir. Gerçek
budur. Ama ******çü halk devletinin uzaktan yakından böyle bir anlam
taşımadığı ve belirtmediği hemen söylenmelidir.

******çü halk devleti, Türk halkının tümünü, yani Türk milletini
kapsamına alır. Böyle bir halkçılık anlayışı, gerçek demokrasinin
kurulması için gerekli olan ortamı en iyi biçimde hazırlar.


--------------------------------------------------------------------------------

******'ün Halkçılık'la İlgili Bazı Sözleri

İç siyasetimizde ilkemiz olan halkçılık, yani milletin bizzat kendi
geleceğine sahip olması esası Anayasamız ile tespit edilmiştir. (1921)

Halkçılık, toplum düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum istemidir. (1921)

Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş değil, fakat
kişisel ve sosyal hayat için işbölümü itibariyle çeşitli mesleklere
ayrılmış bir toplum olarak görmek, esas prensiplerimizdendir. (1923)













LAİKLİK
Türk ve yabancı bütün bilim adamları ****** inkılâbının en önemli
öğesi olarak laikliği kabul ederler. Gerçi Türk inkılâbı, içinde
taşıdığı ilkelerle bir bütündür. Ama bu bütünün dayandığı iki ana
temel, milliyetçilik ve laiklik, öteki ilkeleri sağlamlaştırır.

Laikliğin kısa tanımı, daha önce belirlenmişti. Yeniden özetleyecek
olursak, laiklik; devlet düzeninin ve hukuk kurallarının dine değil,
akla ve bilime dayandırılmasıdır.

Çok uzun bir zaman hemen hemen bütün insan toplulukları, dinlerin
koyduğu esaslara göre yönetilmişlerdir. Çünkü insanların akıl ve bilim
alanlarında olgunlaşması kolay olmamış, uzun bir zaman almıştır. Bu
dönemde insanlar, kendi akıl ve iradeleri dışında kalan birtakım güçler
tarafından yönetildiklerini kabul ederek rahatlamışlardır. Bu sebeple,
devletlerle özdeşleyen dinler ve din adamları, giderek büyük ölçüde
güçlenmiş, gelişen insan zekisinin önüne engeller koyarak varlıklarını
sürdürmeye çalışmışlardır.

Dinler, inanç kavramına dayanırlar, ister ilkel olsun, ister gelişmiş,
her dinin temeli belli varlıklara ve olgulara tartışmadan inanmaktır,
insanlar özellikle ölüm gibi en ürkütücü olay karşısında inanç
dünyalarını zenginleştirmiş, dinsiz yasayamaz duruma gelmişlerdir.
İnsanoğlunun evren ve ölüm karşısındaki çaresizliği, zengin inanç
sistemleri doğurmuştur. Bu çaresizliğe karşı tek sığınılacak yerin din
oluşu, dinlerin insanları yönetmesi sonucunu vermiştir, ilk zamanlar
için bu bir zorunluluktu. İnsanlar arasında düzen ve barışı sağlamak
için dinin buyruklarına ihtiyaç vardı. Ölümsüzlüğe erişmek isteyen
insanları, hayatta iyi davranışlara yönlendirmek için dinler hukuk
kuralları da koydular ve bu kuralların uygulanmasına titizlik
gösterdiler.

Özellikle ileri dinlerin koyduğu baş hukuk kuralları, aynı zamanda
evrensel ahlâkı da yansıtır. Hiçbir din, insanlara erdemsiz yaşamayı,
hırsızlığı, yalancılığı, zinayı, adam öldürmeyi buyurmaz. Tersine,
bütün dinler ahlâklı ve erdemli yaşamayı buyururlar. Dinler arasındaki
farklılıklar, Tanrı ve ibadet anlayışından kaynaklanmaktadır. Böylece
her din, tek ve üstün gerçeği temsil ettiğini ileri sürdüğünden dinler
arasında bir birlik görülmemektedir.

Çok ileri ve üstün bir din olan İslâmlık, kısa sürede inanç sistemini
birçok millete benimsetmiştîr. Hazreti Muhammed'in ölümünden sonra
Müslümanlık hızla gelişti. Büyük İslâm bilginleri, ilkçağın akılcı
filozoflarını yeniden gün ışığına çıkardılar, öyle ki, Batılı bilginler
bu filozofları Müslümanlardan öğrendiler. Müslümanlık bu akıl çağında
büyük aşamalar yaptı. Tanrının insanlara doğru yolu görmesi için akıl
verdiğini söyleyen bilginler, İslâm dininin ilerlemesinde büyük rol
oynamışlardır. Onları destekleyen halifeler de çıkmıştır. Böylece
Müslümanlık aşağı yukarı üç yüz yıl Tanrının gösterdiği yolda
gelişmiştir. Akla dayanan bu gelişme sırasında İslâm Hukuku da günlük
hayata uydurulmuştur. Ne yazık ki, bir süre sonra bu gelişme durdu,
İslâm dünyasında aklın yerini, tutucu ve durgun bir inanç kapladı. Bu
görüşün sahipleri, akıl yolu ile değil, sadece inançla yaşamak
gerektiğini savunuyorlardı. Bu görüş kısa sürede yaygınlaştı, İslâm
dini ve hukuku donup kaldı. Buna karşılık akıl yolunu Müslümanlardan
öğrenen Batılılar, bu esasları geliştirmekteydiler.

İşte Türkler Müslüman oldukları vakit, İslâm dünyasında durgunluk
başlamıştı. Türkler, üstün yetenekleriyle kısa sürede İslâm dünyasına
egemen oldular. Çok içten inandıkları Müslümanlığı Hıristiyanlara karşı
korudular, İslâmlığı Anadolu'ya ve Balkanlar'a yaydılar, ama onlar
güçlerinin doruğunda iken Batı'da da akıl çağı başlamıştı. Büyük
akılcılar, bir zamanlar Müslüman bilginlerin dedikleri gibi Tanrının
insanlara verdiği en büyük hazine olarak akılı gördüler. Böylece
Batı'da bilim ve hukuk akla dayandırılmaya başladı. Burada hemen şunu
belirtmekte yarar vardır: Bu büyük akılcı akıma karşı, orada da kilise
direnmiştir. Ancak bu direnme yeni mezheplerin (Protestanlık) doğmasına
yol açmıştır. Bu yüzden Hıristiyan dininin bir bütün olarak akılcılığa
karşı durması imkânı kalmadı. Kilise giderek yenilikleri kabul etmeye
başladı. Nihayet XVIII. yüzyıl sonunda çıkan Fransız İhtilâli ile
laiklik, devlet ve hukuk düzenine egemen oldu. Yani devlet, dinin
etkisinden arıtıldı. Ama ayna zamanda din özgürlüğü de kabul edilerek,
devletin vatandaşın vicdanına karışmayacağı, herkesin inancında serbest
olduğu esası konuldu.

Osmanlı Devleti'nin bu gelişmenin dışında kaldığını biliyoruz. ******
belki de İslâmlığın parlak çağına dönüş yaparak, zamana ve akla
uymayan, eskiyen hukuk kurallarını bir yana bırakarak devleti
laikleştirmiştir. Ama İslâmlığın inanç ve ibadete dayanan kurallarına
hiç dokunmamıştır.

****** kesinlikle dinsiz değildi. Şu sözleri söyleyen ******'ün
dinsiz olduğu, laiklikle dinsizliği getirdiği söylenebilir mi? :"Tanrı
birdir, büyüktür. Bizim dinimiz en makul (akla uygun) ve tabii (doğal)
bir dindir. Ve ancak bundan dolayı da son din olmuştur. Bir dinin tabii
olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması gerektir. Bizim dinimiz
bunlara tamamen uygundur... Ey millet, Allah birdir, sanı büyüktür.
Peygamberimiz, Efendimiz Cenabı Hak tarafından insanlara dinin
gerçeklerini bildirmeye memur ve elçi olmuştur... İnsanlara feyz ruhu
vermiş olan dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor. Bu sebeple
en mükemmel dindir... Varlık dünyasının bütün kanunlarını yapan Cenab-ı
Haktır... Dinime, gerçeğin kendisine nasıl inanıyorsam buna da öyle
inanıyorum". ****** bunlar gibi daha birçok söz söylemiştir.

******'ün akla uygun bir uygulama istediğini belirten şu sözleri, ne
derin anlamlar taşımaktadır: "Büyük dinimiz, çalışmayanın insanlıkla
ilgisi olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler modern olmayı kâfir olmak
sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannı (düşünce)dır. Bu yanlış yorumu
yapanların amacı; İslamların kâfirlere tutsak olmasını istemek değil de
nedir?"
"Bizim dinimiz milletimize, düşkün, miskin ve hor görülmeyi tavsiye
etmez. Tam tersi, Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin
yücelik ve şerefini korumalarını buyuruyor... Bizim dinimiz için
herkesin elinde bir miyar (ölçüt) vardır. Bu miyar ile hangi şeyin dine
uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki, akla,
mantığa, toplumun çıkarlarına uygundur, biliniz ki o, bizim dinimize de
uygundur, o şey dinîdir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uyduğu bir
din olmasaydı, en mükemmel ve en son din olmazdı".

Görülüyor ki, ****** bilgisiz ve çıkarcı kimselerin milleti din adına
sömürmesine karşıdır. O, devlete, hukuka ve bilime can verecek
kuralların akla, mantığa uygun olmasını istemektedir. ******, daha
1927 yılında dinin siyaset aracı olarak kullanılmasından doğacak
sakıncaları ve çıkar düşkünlerini şöyle anlatmıştır: "Masum halka beş
vakit namazdan başka, geceleri de namaz kılmayı vaaz etmek ve
öğütlemek, belki de ömründe hiç namaz kılmamış olan bir politikacı
tarafından vâki olursa, bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mu?"
******'ün yıllarca önce söylediği bu sözler ne kadar düşündürücüdür.

Laiklik devletin temeli olunca, akla dayanan uygulamalarla millet zaman
yitirmeden çalışma ve kalkınma imkânı bulur. Devlet vatandaşın inancına
karışamaz; daha Önce de belirtildiği gibi inançlar çeşitlidir. Herkesi
bir doğrultuda inanca zorlamak olmaz. Bu herşeyden önce demokrasiye
aykırıdır. Demokrasi, bir özgürlük rejimidir. Bu sebeple demokrasilerde
devletin tek bir dini vatandaşlara benimsetmeye çalışması düşünülemez.
Bu davranış demokrasi kavramına uymaz. Hem Kur'an "dinde zorlama
yoktur" diyor. Bundan başka Kur'an ve Hazreti Muhammed devlet
yönetiminde akla dayanılmasını isteyen pek çok buyruklar vermiştir.

Demek ki, laiklik vatandaş inancının en sağlam güvencesi oluyor. İnanç
özgürlüğü devletçe sağlanıyor. Herkes inancında ve ibadetinde
serbesttir. Laikliği, resmi politikası dinsizlik olan rejimlerden
kesinlikle ayrı tutmak gerekir. O tür rejimlerde devlet dine karşıdır.
Vatandaşın dinsiz olarak yetişmesi için gereken her türlü tedbiri alır.
******çü laiklikte ise, devlet işlerine karıştırılmaması koşulu ile
tam bir din ve inanç özgürlüğü vardır.
Türk Devleti aynı zamanda nüfusumuzun yüzde doksan beşinden fazlasının
inanç sahibi Müslüman olduğu gerçeğini de görmüştür. Müslümanların
inanç ve ibadet hizmetlerini devlet yüklenmiştir. Din eğitim ve
öğretimi yapan kurumlar açılmış, buralarda ******çü, aydın, akılcı,
laik din adamları yetiştirmeye hız verilmiştir. Hiçbir dönemde
Anadolu'da Cumhuriyet dönemindeki kadar cami yapılmamıştır.

Türk milleti ve Devleti varlığını ancak inanç özgürlüğü içinde, çağın
gereği olan akıl ve bilim kavramlarının yolunda, insancıl bir laikliği
benimseyerek sürdürebilir. Geriye dönüş mümkün değildir. Böyle bir
tutum zamana ayak uyduramamak, çağın dışında kalmak olur.


--------------------------------------------------------------------------------

******'ün Laiklik ile İlgili Bazı Sözleri

Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün
yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyeti demektir. (1930)

Laiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle
mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkanını
temin etmiştir. (1930)

Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta
serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı
değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle
karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden
sakınıyoruz. (1926)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://dauforum.yetkin-forum.com
Admin
YÖNETİCİ
YÖNETİCİ
Admin


Cinsiyet Erkek
Mesaj Sayısı : 543
Başarı sistemi : 23
Kayıt tarihi : 12/04/09
Yaş : 38
Nerden : magosa
Ruh Hali : 13
Takım : Galatasaray

Cüzdan
Altın Altın: 10

Atatürk İlke ve İnkılapları Empty
MesajKonu: Geri: ****** İlke ve İnkılapları   Atatürk İlke ve İnkılapları I_icon_minitimePerş. Ara. 10, 2009 1:44 pm

DEVLETÇİLİK

XX. yüzyılda dünya devletleri daha mutlu yaşamak imkânlarına kavuşmak
için üretimi artırma gereğini duydular. Bunun için de başlıca üç
yöntemin uygulanmasını öngördüler. Bunları kısaca gözden geçirelim:

Liberal Ekonomi: Bu tür ekonomilerde üretim için gerekli olan sermaye,
üretim etkinliği ve üretilen malların dağıtımı tümüyle bireylere
bırakılmıştır. Liberal ekonomi görüşüne göre, ekonomik hayatın
kendiliğinden işleyen yasaları vardır: Üretim, mallara olan isteğe
bağlıdır, istek ise, üretimin az veya çok olmasını sağlar. Devlet bu
kuralları yönlendirmeye karışmamalıdır. Devletin görevi yurdu savunmak,
eğitim İşlerini düzenlemek, adalet dağıtmak gibi alanlarda kalmalıdır.
Devlet ekonomik hayata katılırsa az önce belirtilen denge bozulur.
Gerekirse devlet, ancak büyük bunalımları gidermek için ekonomik hayata
girmeli, bunalım geçince de gene çekilmelidir. Büyük ekonomik güce
sahip olan kapitalist ülkeler, liberal görüşü uygulayarak bugüne kadar
gelmişlerdir.

Sosyalist Ekonomi: Bu tür görüşü uygulayan ülkelerde hem sermaye, hem
üretim doğrudan doğruya devletçe sağlanır. Kişilerin üretim araçlarına
sahip olmaları yasaktır. Devlet tüm sermayenin sahibidir. Bütün
ekonomik hayat, devletin öngördüğü biçimde düzenlenir. Malların
dağıtımını da devlet yapar. Bazı ülkeler temelde bu görüşü
benimsemişlerdir.

Ilımlı Ekonomik Sistemler: Dünyanın hızla değişen şartları hem
liberalizmin, hem de Sosyalizmin katıksız bir biçimde işleyemeyeceğini
göstermiştir. Bu bakımdan liberal rejimlerin bazılarında, devlet
ekonomik hayata artan ölçüde girerken, sosyalist sistemde de
yumuşamalar göze çarpmaktadır. Böylece her iki guruptan bazı ülkeler
rejimlerinin temelini bozmadan önemli sistem değişikliklerine
girmektedirler.

Devletçilik: ****** ilkelerinin arasında bulunan devletçilik, bir
ekonomi siyasetidir. Yukarıda anlatılan rejimlere benzemez. Milli
özelliklerimize uyan, gerekli kalkınmayı sağlayacak bir model olan
devletçiliğin hangi şartlar altında nasıl doğduğu belirtilmişti. Bunun
için burada devletçiliği kısaca değerlendireceğiz.

Devletçilik, temel anlamıyla devletin ekonomik hayatın içine
girmesidir. Ama bu yapılırken sosyalist model benimsenemez. Elinde
sermayesi olan vatandaşlar, birkaç alan dışında, diledikleri biçimde
üretime katılabilirler. Devlet bunlara engel olmadığı gibi üstelik
gereken tedbirleri alarak işlerini kolaylaştırır, kişileri üretim ve
ticaret işine özendirir.

Ancak bilindiği gibi, hızla sanayileşme cumhuriyetin ilk
hedeflerindendi. Büyük temel sanayi kuruluşları yapmak için özel
ellerde sermaye yoktu. Bu yüzden devletçilik doğdu. Devlet pek çok
sanayi işletmesini kendisi kurdu, çalıştırdı ve geliştirdi. Bir yandan
da uyguladığı para ve kredi politikası ile özel kişileri başıboş
bırakmadı. Böylece devlet ile vatandaş, üretim işini birlikte
düzenlediler. Bu işbirliği sonucu Türkiye örnek bir ülke durumuna
gelmişti. Son araştırmalar, Türkiye'nin 1930 yılına kadar uyguladığı
devletçilik siyaseti ile en hızlı kalkınan üç ülke arasına girdiğini
göstermektedir. 1029 yılında, 100 olan Türkiye ve dünya sanayi üretim
indeksi, 1939'da Türkiye'de 196'ya erişmiştir. Dünya ortalaması İse
119'dur. Bu gelişme tablosunda Türkiye'nin yeri, Rusya ve Japonya'dan
sonra gelmektedir. Böylece 1927'de 1000 olan milli gelirimiz, hızlı
nüfus artışına rağmen, 1939'da 1625'e yükselmiştir.

Sermayesi olmayan, dışarıdan yardım almayan, kaynakları sınırlı,
teknolojisi geri Türkiye'nin 1939 yılına kadar sağladığı bu gelişme
******'ün akılcı ve milliyetçi görüşlerinin bir eseridir. O, özel
girişimleri desteklerken, devleti de ekonomik hayata katmış, her iki
alan birbirlerini tamamlamışlardır.

İkinci Dünya Savaşı'nın çıkması üzerine bu gelişme durdu. Savaş
sonrasında ise devletçilik ilkesi yeniden ve amaca uygun biçimde
işletilip ihtiyaçlara göre düzenlenmedi, politika aracı yapıldı. Bu
yüzden özel alanla devlet alanı arasındaki denge bozuldu ve ekonomik
hayata bir karga şa geldi.

******'ün baş ilkelerinden devletçilik, Türkiye'yi ekonomik bakımdan kalkındıracaktır, yeter ki gerektiği gibi uygulanabilsin.


--------------------------------------------------------------------------------

******'ün Devletçilik ile İlgili Bazı Sözleri

Devletçiliğin bizce anlamı şudur: Kişilerin özel teşebbüslerini ve
şahsi faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir
memleketin ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde
tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak. (1936)

Prensip olarak, devlet ferdin yerine geçmemelidir. Fakat ferdin
gelişmesi için genel şartları göz önünde bulundurmalıdır. (1930)

Kesin zaruret olmadıkça, piyasalara karışılmaz, bununla beraber, hiç bir piyasa da başıboş değildir. (1937)

















İNKILÂPÇILIK

İnkılâp, bir toplumun önemli kurumlarını kısa bir süre içinde
değiştirip kendini yenileştirmesi atılımıdır. Tarihte önemli, büyük
inkılâplar görülmüştür. ****** yönetimindeki Türk Milleti de tarihteki
en önemli İnkılâplardan birini gerçekleştirmiştir.

Bir toplumda durup dururken inkılâp yapılmaz, inkılâpların tarihten
gelen büyük sebepleri vardır. Türkler bir zamanlar çağın Önemli
devletlerinden birini kurmuşlardı. Bu devlet yüzlerce yıl dünyanın
sayılı güçlerinden biri olarak kaldı. Ama Batı'da gelişen akıl ve bilim
çağına ayak uyduramadığı için geride kalmaya, güçsüzleşmeye başladı.
Çok uluslu bir yapıda olduğundan milli bir birlik kuramadı. Devleti
kurtarmak isteyenler, hep eski düzen ve belli kalıplar içinde
değişiklikler yaptılar. Oysa yapıyı değiştirmek gerekti ve bu
kaçınılmazdı.

Birinci Dünya Savaşı sonu yenilgi ve parçalanma, ******'e, Türk
milletini bir araya getirip mücadele etme ve yapıyı yenileme
düşüncesini ve bunu gerçekleştirme azmini vermiştir. Eski yapıyı
yeniden kurmak mümkün olmadığı için ardarda büyük inkılâplar
yapılmıştır.

******'e göre "inkılâp milletin esenliği için halk adına yapıldı".
"Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların amacı, Türkiye
Cumhuriyeti halkını tamamen modern ve bütün anlamı ve biçimiyle uygar
bir toplumsal heyet durumuna getirmektir". Öyleyse inkılâp, modernleşme
ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak için yapılacaktır. Gerçekten,
gördüğünüz büyük yenilik hareketleri, hep inkılâpçı bir tutum ve
davranışla yapılmıştır.

Türk Milleti iyiye, doğruya, güzele daha fazla yaklaşmak, bunlara
erişmek için inkılâpçılığa bağlı ve tam bir inkılâpçı olarak
kalmalıdır. Öyleyse inkılâpçılık nedir? ******'e göre, "gerçek
inkılâpçılık onlardır ki, ilerleme ve yenileşme inkılâbına sevk etmek
istedikleri insanların, ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilime nüfuz
etmesini bilirler".

Demek ki, inkılâpçı, ruhlara ve vicdanlara seslenecek, insanları bu
yolda yönlendirecektir. ****** inkılâbını sürdürebilmek, inkılâpçı ruh
ve yapıyı, coşkuyu her zaman duymakla, hedefleri belirleyip bu
hedeflere ulaşma yolunda çalışmakla olur.

Türk İnkılâbının üstün ve yüce amacını her zaman kavramaya
çalışmalıdır. Durmadan ve her zaman yenilik yolunda ileriye doğru
gidilecektir, işte ******'ün temel ilkelerinden biri de budur. Türk
inkılâbının korunması, geliştirilmesi ve ilerletilmesi şarttır. ******
bundan emindi ve şöyle diyordu: "İnkılâbın hedefini kavramış olanlar,
daima onu muhafazaya muktedir olacaklardır".

Evet, bu özlü sözlerin ışığında, bilinçli inkılâpçılık Türk Milletinin geleceği olmalıdır.



--------------------------------------------------------------------------------

******'ün İnkılâpçılık ile İlgili Bazı Sözleri

Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye
Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve görünüşüyle uygar
bir toplum haline ulaştırmaktır. (1925)

Biz büyük bir inkılap yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. (1925)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://dauforum.yetkin-forum.com
 
****** İlke ve İnkılapları
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» ATATÜRK VE 19 MUCİZESİ...
» ****** Şiirleri
» ----------ATATÜRK İLKELERİ------------
» Azerbeycan'da ******
» ****** diyor ki...

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
DOĞU AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ KAMPÜS HAYATI :: çöp kutusu-
Buraya geçin: